Tarihimizdeki İşbirlikçiler
Hey’et-i Nasiha’dan “Âkil Adamlar”a...
Yakın tarihte karşılaştığımız hainliklerin bugünle ne kadar örtüştüğünü gözler önüne sereceğiz. İlim adamlarımızın görüşlerini vereceğiz. “Âkil” dediklerinin tiynetlerini niyetlerini ortaya koyacağız. Halkımızın üzerine gidilirken, millî irade boğulurken kenara çekilmeyeceğiz! Hakikatleri gözler önüne sereceğiz...
Bunun adı düpedüz PKK dalkavukluğu!
Geçmişte işgal güçlerinin, güya tesanüt bağlamak, halkı işgalcilere ısındırmak için kurdurdukları Hey’et-i Nasiha nasıl bir vazife görmüşse, ‘Akil Adamlar’ da halkı PKK’ya ısındırmak için aynı vazifeyi göreceklerdir!
“Türk” adı silinmek, bayrak değiştirilmek isteniyor. Bunun bir “hükûmet politikası” olduğu açık. Öyle olmasaydı, Başbakan Recep T. Erdoğan, Türk milliyetçiliğini (Türkiye’de ırkçılık olmadığına, üst kimlik milliyetçiliği tabiî olduğunu göre, dolayısıyla kastedilen “Türk”tür!) ayak altına almazdı. Hilâl Kaplan adındaki Yeni Şafak gazetesi yazarına, “Sen şurada dur; Türk bayrağını değiştirmek istiyorsun; bunu kabul edemeyiz” denir, “Âkil Adamlar” listesinden göstermelik dahi olsa çıkarılırdı. Diğer isimlere de dizi yazımız içerisinde temas edeceğiz. Sadece iki örnek, bize “barış lütfedecekler(!)” diye, “PKK dalkavukluğu” yapmanın nereye vardığını göstermeye yetiyor.
Durumdan vazife çıkaranların nasıl aşırıya gittiğinin haberleri de gelmeye başladı. Benzerini 28 Şubat döneminde yaşadık... Örtülü darbe yapanların akıllarından geçmediği hâlde, bazı kuruluşlar, müesseselerinde çalışanlara, şu şu şirketlerin ürünlerini almayacaksınız, diye liste dağıtmışlardır. Bazı kuruluşlar, yine, 80’lik nineden dahi baş örtüsüz fotoğraf istemişlerdir.
Baştakiler “Türk”e karşı tavır koyarlarsa, onların da beklemedikleri uygulamalar karşımıza çıkar.
‘Türk bayrağı açamazsın!’
Yeni haber şu:
Zonguldak’ta, Türk bayrağı açarak slogan atan bir grup genç, izinleri olmadığını söyleyerek kendilerini uyaran polislerle tartıştı.
Madenci Anıtı önünde toplanan 12 genç, yanlarındaki büyük Türk bayrağını açarak slogan atmaya başladı. Gelen polis ekibi, izinleri olmadığı gerekçesiyle gençleri uyardı. Türk bayrağı açmak için izin almayacaklarını söyleyen gençler, bayrağa sahip çıkmayı amaçladıklarını belirterek, çevredekilerin de bayrak etrafında toplanmasını istediler.
Bayrak açılmamasında ısrar eden polisin: “Her önüne gelen, bayrağı seviyorum diye bayrak açamaz, başımızda büyük insanlar var, onlar karar veriyor!” demesi ise dikkat çekti.
Polisin ısrarına rağmen bayrağı toplamayan gençler, “Şehitler ölmez, vatan bölünmez!”, “Her Türk asker doğar!”, “Bu bayrağı tutmayan eller utansın!”, “Zonguldak uyuma bayrağına sahip çık!” sloganları attı. Polisin müdahale etmediği gençler, yaklaşık yarım saat sonra bayrağı toplayarak dağıldı.
Haberin tamamını özellikle verdim. Haberde altını çizmek istediğim iki husus var:
Birincisi; Bayrak açılmasına izin verilmiyor.
İkincisi; “Polisin, büyüklerimiz bayrak açılmasına karar verirse açarsınız ancak!” demesi.
Sizce polis nasıl böyle bir karara varıyor?
Elbette polis de haber dinliyor, gazete okuyor. Hükûmet edenlerin ve hükûmete kayıtsız şartsız destek verenlerin (bunlara “yandaş” da diyorlar) “Türk” karşısındaki tavrını görüyor... “Türk”e cephe açıldığının farkında... Hükûmetin emrinde bir devlet görevlisi olarak polis, durumdan vazife çıkarmakla kendisini mesûl hissediyor ve bayrak açılmasına izin vermiyor!
Aydınlık gün-kara gün!
Bu işin nereye vardığını “Kara Gün” de gördük. Hükûmet edenlerin ve “yandaşlar”ının iradelerini teslim ettikleri PKK’nın başı Abdullah Öcalan’ın başşehir ilân ettiği Diyarbakır’da “Ulusa Sesleniş”(!) metninin okunduğu 21 Mart 2013 günü onlar için “aydınlık gün”, millî birliği, kardeşliği isteyen, ırkçılığı, etnikçiliği reddeden aklıselim sahibi insanlarımız için “kara bir gün”dür.
Diyarbakırlı ünlü şair ve yazarımız Süleyman Nazif (1870-1927), Birinci Dünya Savaşı yenilgimizin ardından İtilâf Devletleri İstanbul’u işgal ettiklerinde, azınlıkların (Ermeni ve Rumların) sevinç gösterileri yaptıklarını görünce, o meşhur “Kara Bir Gün” makalesini yazmış, ardından da Malta’ya sürülmüştü. Çok sonra Süleyman Nazif’in mezarı açılmış, “siyasî açılımcı” Musa Anter (1920-1992), “Kürt nasıl Türkçülük eder!” diyerek ünlü yazarın cesedini tekmelemiş ve bunu övünç vesilesi yaparak anlatmıştır.
Ben de Süleyman Nazif’ten mülhem, hükûmet edenlerin iradelerini A. Öcalan’a teslimiyetinin tescil günü 21 Mart’ı “kara bir gün” olarak vasıflandırmıştım. O gün de, hiçbir Türk bayrağı alanda görünmedi; ama A. Öcalan’ın posterleri, PKK’nın bezleri taşındı. (İçişleri Bakanı, Muammer Güler, “İşlem yapacağız” dedi ama sözleri havada kaldı; gülünç duruma düştü.) A. Öcalan’ın “Ulusa Sesleniş”(!) metninin her satırı alkışlandı. Metni okuyan “Sosyalist” Sırrı Süreyya Önder, alkışı yetersiz görünce kalabalığı daha şiddetli alkışlamaları için ikaz etmiş ama, bir ara TBMM’de, kürsüye fırlayıp: “Ben Türk’üm, Türklüğüme laf ettirtmem!” diye gürleyip cinlik eden Sırrı Süreyya, “Neden Türk bayrağı yok!” diye sormamıştır. (Sırrı Süreyya Önder, o gün, “kara bir gün”ün “kara bir yüz”ü olarak tarihe geçmiştir!)
Abdullah Öcalan posterleri, PKK bezleri serbest; Türk bayrağı yasaklı... “Barış” dedikleri budur. PKK istediğini yaptırdıktan, istediği gibi at koşturduktan sonra neden artık silâh kullansın ki... Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç: “Bakın silâh sesleri duyuluyor mu? Barış gelmiştir” mealinde konuşuyor. Teslim bayrağını çeken sizsiniz, galip gelen PKK... Elbette “barış”(!) gelmiştir!
Sözlerimi abartılı görebilirsiniz. Mugalata ettiğimi söyleyebilirsiniz, ama bu “abartı” ya, bu “mugalata” ya götüren bir gerçek ortada yok mu?
Hey’et-i Nasiha’ya giden yol
“Hey’et-i Nasiha” ile, “Âkil Adamlar”ın teşkili arasında müthiş bir benzerlik var.
Osmanlı Devleti, İtilaf Devletleriyle, Limni adasının Mondros limanında demirli Agamemnon zırhlısında 30 Ekim 1918’de, imzalanan mütareke antlaşmasıyla yenilgiyi kabul etmişti. Yenilginin müsebbibi görülen İttihat ve Terakki Fırkası’nın önde gelenleri ülkeyi terk etmişti.
Osmanlı Devletinin topraklarını paylaşmak için daha savaş devam ederken anlaşmış olan İtilâf Devletleri bu planlarını uygulamaya koydular. Rumlar ve Ermeniler de pay kapmak için mütarekeden sonra faaliyetlerini artırdılar.
Doç. Dr. Mevlüt Çelebi, “Bir yandan İtilâf Devletlerinin diğer yandan azınlıkların yarattığı tehlikeleri göğüslemek zorunda kalan Osmanlı Hükümeti, geçmişi -özellikle İttihat ve Terakki’nin iktidarda olduğu dönemi- unutturmayı amaçlayan bir politika izlemeye başladı.” der:
“Bu politikanın iki yönü olmuştur: Birinci yönü, İtilâf Devletlerine ve özellikle İngiltere’ye ters düşmemeye özen gösteren pasif dış politika, ikinci yönü ise, Anadolu’da azınlıklarla Türkler arasındaki huzursuzluğu gidererek istikrar ve hemahenk bir devlet görüntüsünü yaratmayı amaçlayan iç politikadır.”
Zamanımızla “müthiş benzerlik” dediğim, bundan sonra başlıyor, iş Hey’et-i Nasihaların teşkiline varıyor, sonra çok şey değişiyor. Anlatacağız!
Yarın: Hey’et-i Nasiha’nın faaliyetleri
Yakın tarihte karşılaştığımız hainliklerin bugünle ne kadar örtüştüğünü gözler önüne sereceğiz. İlim adamlarımızın görüşlerini vereceğiz. “Âkil” dediklerinin tiynetlerini niyetlerini ortaya koyacağız. Halkımızın üzerine gidilirken, millî irade boğulurken kenara çekilmeyeceğiz! Hakikatleri gözler önüne sereceğiz...
Bunun adı düpedüz PKK dalkavukluğu!
Geçmişte işgal güçlerinin, güya tesanüt bağlamak, halkı işgalcilere ısındırmak için kurdurdukları Hey’et-i Nasiha nasıl bir vazife görmüşse, ‘Akil Adamlar’ da halkı PKK’ya ısındırmak için aynı vazifeyi göreceklerdir!
“Türk” adı silinmek, bayrak değiştirilmek isteniyor. Bunun bir “hükûmet politikası” olduğu açık. Öyle olmasaydı, Başbakan Recep T. Erdoğan, Türk milliyetçiliğini (Türkiye’de ırkçılık olmadığına, üst kimlik milliyetçiliği tabiî olduğunu göre, dolayısıyla kastedilen “Türk”tür!) ayak altına almazdı. Hilâl Kaplan adındaki Yeni Şafak gazetesi yazarına, “Sen şurada dur; Türk bayrağını değiştirmek istiyorsun; bunu kabul edemeyiz” denir, “Âkil Adamlar” listesinden göstermelik dahi olsa çıkarılırdı. Diğer isimlere de dizi yazımız içerisinde temas edeceğiz. Sadece iki örnek, bize “barış lütfedecekler(!)” diye, “PKK dalkavukluğu” yapmanın nereye vardığını göstermeye yetiyor.
Durumdan vazife çıkaranların nasıl aşırıya gittiğinin haberleri de gelmeye başladı. Benzerini 28 Şubat döneminde yaşadık... Örtülü darbe yapanların akıllarından geçmediği hâlde, bazı kuruluşlar, müesseselerinde çalışanlara, şu şu şirketlerin ürünlerini almayacaksınız, diye liste dağıtmışlardır. Bazı kuruluşlar, yine, 80’lik nineden dahi baş örtüsüz fotoğraf istemişlerdir.
Baştakiler “Türk”e karşı tavır koyarlarsa, onların da beklemedikleri uygulamalar karşımıza çıkar.
‘Türk bayrağı açamazsın!’
Yeni haber şu:
Zonguldak’ta, Türk bayrağı açarak slogan atan bir grup genç, izinleri olmadığını söyleyerek kendilerini uyaran polislerle tartıştı.
Madenci Anıtı önünde toplanan 12 genç, yanlarındaki büyük Türk bayrağını açarak slogan atmaya başladı. Gelen polis ekibi, izinleri olmadığı gerekçesiyle gençleri uyardı. Türk bayrağı açmak için izin almayacaklarını söyleyen gençler, bayrağa sahip çıkmayı amaçladıklarını belirterek, çevredekilerin de bayrak etrafında toplanmasını istediler.
Bayrak açılmamasında ısrar eden polisin: “Her önüne gelen, bayrağı seviyorum diye bayrak açamaz, başımızda büyük insanlar var, onlar karar veriyor!” demesi ise dikkat çekti.
Polisin ısrarına rağmen bayrağı toplamayan gençler, “Şehitler ölmez, vatan bölünmez!”, “Her Türk asker doğar!”, “Bu bayrağı tutmayan eller utansın!”, “Zonguldak uyuma bayrağına sahip çık!” sloganları attı. Polisin müdahale etmediği gençler, yaklaşık yarım saat sonra bayrağı toplayarak dağıldı.
Haberin tamamını özellikle verdim. Haberde altını çizmek istediğim iki husus var:
Birincisi; Bayrak açılmasına izin verilmiyor.
İkincisi; “Polisin, büyüklerimiz bayrak açılmasına karar verirse açarsınız ancak!” demesi.
Sizce polis nasıl böyle bir karara varıyor?
Elbette polis de haber dinliyor, gazete okuyor. Hükûmet edenlerin ve hükûmete kayıtsız şartsız destek verenlerin (bunlara “yandaş” da diyorlar) “Türk” karşısındaki tavrını görüyor... “Türk”e cephe açıldığının farkında... Hükûmetin emrinde bir devlet görevlisi olarak polis, durumdan vazife çıkarmakla kendisini mesûl hissediyor ve bayrak açılmasına izin vermiyor!
Aydınlık gün-kara gün!
Bu işin nereye vardığını “Kara Gün” de gördük. Hükûmet edenlerin ve “yandaşlar”ının iradelerini teslim ettikleri PKK’nın başı Abdullah Öcalan’ın başşehir ilân ettiği Diyarbakır’da “Ulusa Sesleniş”(!) metninin okunduğu 21 Mart 2013 günü onlar için “aydınlık gün”, millî birliği, kardeşliği isteyen, ırkçılığı, etnikçiliği reddeden aklıselim sahibi insanlarımız için “kara bir gün”dür.
Diyarbakırlı ünlü şair ve yazarımız Süleyman Nazif (1870-1927), Birinci Dünya Savaşı yenilgimizin ardından İtilâf Devletleri İstanbul’u işgal ettiklerinde, azınlıkların (Ermeni ve Rumların) sevinç gösterileri yaptıklarını görünce, o meşhur “Kara Bir Gün” makalesini yazmış, ardından da Malta’ya sürülmüştü. Çok sonra Süleyman Nazif’in mezarı açılmış, “siyasî açılımcı” Musa Anter (1920-1992), “Kürt nasıl Türkçülük eder!” diyerek ünlü yazarın cesedini tekmelemiş ve bunu övünç vesilesi yaparak anlatmıştır.
Ben de Süleyman Nazif’ten mülhem, hükûmet edenlerin iradelerini A. Öcalan’a teslimiyetinin tescil günü 21 Mart’ı “kara bir gün” olarak vasıflandırmıştım. O gün de, hiçbir Türk bayrağı alanda görünmedi; ama A. Öcalan’ın posterleri, PKK’nın bezleri taşındı. (İçişleri Bakanı, Muammer Güler, “İşlem yapacağız” dedi ama sözleri havada kaldı; gülünç duruma düştü.) A. Öcalan’ın “Ulusa Sesleniş”(!) metninin her satırı alkışlandı. Metni okuyan “Sosyalist” Sırrı Süreyya Önder, alkışı yetersiz görünce kalabalığı daha şiddetli alkışlamaları için ikaz etmiş ama, bir ara TBMM’de, kürsüye fırlayıp: “Ben Türk’üm, Türklüğüme laf ettirtmem!” diye gürleyip cinlik eden Sırrı Süreyya, “Neden Türk bayrağı yok!” diye sormamıştır. (Sırrı Süreyya Önder, o gün, “kara bir gün”ün “kara bir yüz”ü olarak tarihe geçmiştir!)
Abdullah Öcalan posterleri, PKK bezleri serbest; Türk bayrağı yasaklı... “Barış” dedikleri budur. PKK istediğini yaptırdıktan, istediği gibi at koşturduktan sonra neden artık silâh kullansın ki... Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç: “Bakın silâh sesleri duyuluyor mu? Barış gelmiştir” mealinde konuşuyor. Teslim bayrağını çeken sizsiniz, galip gelen PKK... Elbette “barış”(!) gelmiştir!
Sözlerimi abartılı görebilirsiniz. Mugalata ettiğimi söyleyebilirsiniz, ama bu “abartı” ya, bu “mugalata” ya götüren bir gerçek ortada yok mu?
Hey’et-i Nasiha’ya giden yol
“Hey’et-i Nasiha” ile, “Âkil Adamlar”ın teşkili arasında müthiş bir benzerlik var.
Osmanlı Devleti, İtilaf Devletleriyle, Limni adasının Mondros limanında demirli Agamemnon zırhlısında 30 Ekim 1918’de, imzalanan mütareke antlaşmasıyla yenilgiyi kabul etmişti. Yenilginin müsebbibi görülen İttihat ve Terakki Fırkası’nın önde gelenleri ülkeyi terk etmişti.
Osmanlı Devletinin topraklarını paylaşmak için daha savaş devam ederken anlaşmış olan İtilâf Devletleri bu planlarını uygulamaya koydular. Rumlar ve Ermeniler de pay kapmak için mütarekeden sonra faaliyetlerini artırdılar.
Doç. Dr. Mevlüt Çelebi, “Bir yandan İtilâf Devletlerinin diğer yandan azınlıkların yarattığı tehlikeleri göğüslemek zorunda kalan Osmanlı Hükümeti, geçmişi -özellikle İttihat ve Terakki’nin iktidarda olduğu dönemi- unutturmayı amaçlayan bir politika izlemeye başladı.” der:
“Bu politikanın iki yönü olmuştur: Birinci yönü, İtilâf Devletlerine ve özellikle İngiltere’ye ters düşmemeye özen gösteren pasif dış politika, ikinci yönü ise, Anadolu’da azınlıklarla Türkler arasındaki huzursuzluğu gidererek istikrar ve hemahenk bir devlet görüntüsünü yaratmayı amaçlayan iç politikadır.”
Zamanımızla “müthiş benzerlik” dediğim, bundan sonra başlıyor, iş Hey’et-i Nasihaların teşkiline varıyor, sonra çok şey değişiyor. Anlatacağız!
Yarın: Hey’et-i Nasiha’nın faaliyetleri
0 yorum:
Yorum Gönder